Her ne kadar doktorların yada diyetisyenlerin gün içinde alınan toplam yağ miktarını düşürme yönünde bir eğilimleri olduğu bilinse de, yağda eriyen bir kısım vitaminlerin yeterince yağ alınıp alınmadığı konusunu gündeme getirdiği diğer bir gerçek. Durum böyle olunca bir yanda çağımızın illeti yüksek kolesterol, diğer yanda vitaminlerin emilimi için yağ açısından yeterli beslenme konularında bir çelişki varmış gibi görünüyor. Aslında uzmanların ilgilendiği asıl konu yağ alınımından çok alınan yağın hayvansal mı yoksa bitkisel kaynaklı mı olduğu konusudur. Artık dünya nüfusunun çoğunluğu nasıl beslenmesi gerektiğini, hangi yağları tüketmesi gerektiğini biliyor. Tüketilen yağ konusunda tercihler hızla bitkisel kaynaklı sıvı yağlar üzerine kaymaya başlamış, buna bağlı olarak ta dünya sıvı yağ üretimi dolayısıyla yağ bitkileri üretimi artmıştır. Dünya yağ bitkileri üretiminde ilk sırayı alan soyanın üretim miktarı 2004 yıl istatistiklerine göre 189.2 milyon ton; en çok üretildiği ülkeler ise ABD, Brezilya, Arjantin, Çin ve İtalya’dır. Pamuk bitkisi 56.1 milyon ton üretimle ikinci sırada olup bunu takip eden kolza ise 36.1 milyon ton ile daha çok Fransa, Kanada ve Almanya gibi ülkelerde üretilmektedir. Bunları sırasıyla ayçiçeği, yer fıstığı, susam, aspir ve diğer yağ bitkileri takip etmektedir. Ülkemizde ise yine en son üretim dönemi verilerine göre; 1.310 bin ton pamuk, 800 bin ton ayçiçeği, 85 bin ton civarında soya, yine 85 bin ton civarında yer fıstığı ve 6500 ton civarında da kolza üretimi yapılmıştır. Bu kadar az yağ bitkisi yetiştiriyor olmamızın sonucu olarak bu konuda ithalatımız artmıştır. 2003 yılı verilerine göre aynı yıl 1.400 bin ton yağlı tohum ithalatı ile 400 milyon dolar; 900 bin ton ham yağ ithalatı ile de yaklaşık 450 milyon dolarlık bir döviz ne yazık ki dışarıya gitmiştir. Daha çok okul, hastane, yol, köprü; daha fazla insanımıza iş imkanı; kısacası daha çok kalkınma demek olan bu önemli miktarda para dışarıya akıtılmıştır. Soya gerek dünyadaki üretim miktarı, gerekse de yüksek besin değeri ve gıda endüstrisinin hammaddesi olması dışında kozmetik hatta otomotiv sanayiinin de hammaddesi konumunda olması dolayısıyla son yıllarda ülkemizde de devletin tarımını teşvik ettiği alternatif bir ürün olarak karşımıza çıkmaktadır. Soya bitkisinin ithalatı için yılda milyonlarca dolar para ödemekte olduğumuz düşünülürse bu parayı neden üretime dönüştürmeyelim ve neden dışa bağımlılıktan kurtulmayalım sorusu akıllara ister istemez geliyor. Her yıl değişmekle birlikte yaklaşık 250-350 milyon dolar soya ithalatımız için gözden çıkarılmaktadır. Ülkemiz gibi belini doğrultmayı sanayileşme ile yapabilme şansı bakımından rakiplerinin gerisinde bulunan bir ülke için tarımsal alanda mevcut kapasiteyi en verimli şekilde kullanarak soya gibi dünya ekonomisinde yerini almış bitkilerin üretimine yönelmekten başka çare görülmemektedir. Öyle ki ABD bir yılda silah imalatından kazandığı paydan daha fazlasını soya üretiminden kazanmaktadır. ABD gibi bu konuda söz sahibi ülkelerin pastadan büyük paylar aldığı bir dönemde bize ve bizim durumumuzdaki ülkelere de üretmek yerine bu ülkelerin sadık birer pazarları olup, buralarda düşük maliyetlerle üretilmiş ve yine ülkemizde üretilmesine kıyasla düşük fiyatlarla ihraç edilen tüm tarım ürünlerini onların istediği doğrultuda ithal etmek kalmıştır. Bizi dışa bağımlı kılan, aynı zamanda üretimden uzaklaştıran bu pansuman tedbir elbette ki ekonomimizde kanayan yaralara çare olmaktan oldukça uzaktır. Basit bir mantıkla; genetik kaynağı yada güvenilirliği tam olarak bilinemediğinden bu anlamda insanlarımızı uzun vadede sağlık konusunda bir belirsizlik beklese de, bizi üretimden uzak dışa bağımlı bir ülke yapsa da, bir gün birileri kaşımızın üstünde kara olduğunu bahane ederek bize satışını durdurup bunu siyasi yaptırım olarak kullanabilecek konumda olsa da sonuç olarak şimdilik hammadde dışardan geliyor ve fabrikalarımız işliyor!..Denklem bu şekilde kurulduğunda eşitliğin bir yanında fabrikalarımızın işliyor olması durumunu sağlayabilmek adına eşitliğin diğer tarafında ne kadar çok bilinmeyeni görmezden geldiğimiz daha açık ve net olarak gözlenebilmektedir. Aşağısı sakal, yukarısı bıyık misali ithal etmek yerine üretmeye kalkışsak; çoğunlukla emeğinin karşılığını alamayan, risk alabilecek maddi serbestliği olmayan çiftçiye alıştığı, görüp bildiği ürünler dışında yepyeni bir ürün tavsiye etmenin zorluğuna tarımsal üretimin genel problemi olan girdi fiyatlarının yüksekliği, cazip olmayan alım fiyatları ile oturmuş bir iç pazarının olmayışı durumu eklenince kısa vadede akıllıca olan söz konusu ürünü daha düşük fiyata ithalata devam etmekmiş gibi görünüyor. Matematik bilen, toplama çıkarma yapabilen herkes bunu rahatlıkla görebilir. Fakat biraz daha fazlasını bilen de görür ki bu şekilde devam edersek kendi kendine yetebilen, politikasını kendi çıkarları doğrultusunda yada inandığı gibi belirleyip uygulayabilen, üretebilen ve bunun getirdiği ekonomik ve politik tüm serbestliklerin tadını çıkartabilen bir ülke olabilmemiz bize teğet bile geçemeyecek kadar uzak bir hayaldir. Öyle ise “zararın neresinden dönersen kardır” misali bir an önce yapılması gereken nedir? Öncelikle tarımsal üretimin hatta tarım dışı sektörlerin de önünde sürekli bir engel olarak görünen ve tıkanmanın başladığı ilk temel nokta olan girdi fiyatlarının yüksekliği konusu ele alınarak tüm sektörlerde üretimin arttığı bir ekonomiye, büyüyen bir ekonomiye sahip olunabilecektir. Devlet bir yandan girdi fiyatlarını makul düzeye indirirken bir yandan da bilinçli girdi kullanımını teşvik ve telkin etmelidir. Üretimini artırmak istediği yeni ürünlerin tarımını tüm yayın organlarını kullanarak hiçbir soru işareti kalmayacak şekilde açıklamalıdır. Aslında soyada yada benzer yeni tarımsal ürünlerde üretim aşamasında girdilerde yaşanan tek problem elbette ki maliyetler değildir. Kendi ıslah ettiğiniz bir çeşidinizin olmayışının üretimi sınırlayıcı yasal engellemelerini de unutmamak gerekiyor. Yabancı orijinli çeşitleri en fazla ıslah çalışmalarında materyal olarak kullanabilme hak yada imkanının verilmesi, üretimde kullanabilmek için aynı çeşidin ülke için tescilinin gerekmesi ve bunun önünde de bir çok engelin olması işleri üretim aşamasında zorlaştırmaktadır. Özel yada kamu kuruluşları her ne kadar yüzlerce hatta binlerce yabancı orijinli çeşit arasından istenen kriterler bakımından adaptasyon yeteneği ile öne çıkmış çeşitleri belirleseler de bunların üretilip üreticiye tohumluk olarak dağıtılması yasal olmayan ve genellikle bu yüzden üretimi genişletmeyen bir yol ve yönteme sebebiyet vermektedir. Tabi ki ülkemizde soyada ıslah çalışmaları gerek özel sektör gerekse kamu sektöründe tarımsal araştırma enstitülerince son hızla yürütülmektedir. Her iki sektörün de ülkemiz için ıslah edilmiş yada çeşit olma yolunda büyük yol kat etmiş materyali (sınırlı sayıda da olsa) mevcuttur. Fakat bir çok iklimsel özelliği bünyesinde barındıran ekolojik zenginliğe sahip bizimki gibi milli sınırlar için genellikle; bir bölge için geliştirilmiş çeşit diğer bölge için tavsiye edilebilir özellikte olmamaktadır. Bu konuda yapılması gereken; bir an önce yerli çeşitlerimizin sayılarının artırılarak her olum grubundan tavsiye imkanı tanıyacak ve bu tavsiye noktasında bir an önce alternatif zenginliği sağlayacak çok fazla sayıda yerli çeşide sahip olunmasıdır. Islah çalışmalarında, örneğin soyada 12-13 yıl gibi uzunca bir zamanı kapsaması bakımından bir çeşit çıkarabilmek için ne kadar uzun zaman ve emek gerektiği, bilimsel donanım ve bilgi dışında sabır ve azim gibi üstün insani özelliklerin de şart olduğu bir kez daha görünmektedir. Tabi ki bu zor ve uzun yolu aşmaya çalışan araştırıcıların emeklerinin karşılığını (manevi doyum dışında maddi olarak ta) alabilmesi bir başka temennidir. Diyelim ki girdi fiyatları düştü, ıslah edilmiş yada tescilli çeşidimiz de var, buna bağlı olarak üretimde istenen noktaya gelindi yada yaklaşıldı. Bu aşamada karşımıza diğer bir sorun çıkıyor; başta da belirttiğimiz gibi ürünün alım garantisi ve yaygın iç pazarının olmayışı üreticiye yine “acaba” dedirterek üretimi baltalamaktadır. Bizzat bir çok üretici ile görüşerek soyayı tavsiye ettiğimizde ürettikten sonra satıp satamayacakları konusunda haklı tereddüt ve endişelerini ilettiklerini üzülerek görüyoruz. Bu konuda onlara net bir şey söyleyememek, üretim sonrası geri çevrilmeyecekleri bir adres verememek işin diğer bir üzücü yanı. Üretici açısından bakıldığında belki sürekli aynı kavramlar üzerinde duruluyormuş gibi görünecek olsa da; olağanüstü maliyet artışlarına karşılık düşük alım fiyatları, bazı ürünlerdeki kota uygulamaları, girdi bazında destek yerine doğrudan gelir desteği uygulaması sonucu her üç çiftçiden birinin bunu alamaması, ürünlerden bir çoğuna ihracat desteği verilmemesi, ithalattaki haksız rekabet (sübvansiyonlu ithal ürünler, gümrük vergisiz veya düşük vergili ürünler, sınır ticareti yoluyla gelen veya kaçak giren ürünler ) çorap söküğü gibi gelen ve işin devletin tarım politikalarını ilgilendiren kısmı olarak zincirin birbirine bağlantılı halkalarıdır. Üretim sonrası problemlerden bir diğeri de yağ oranı yüksek olan tohumların nem ve sıcaklık bakımından uygun olmayan depolama şartlarında muhafazası sonucu oluşan ürün kayıplarıdır. Bu konu ile ilgili olarak daha bu sene bir fabrika tonlarca ürünlerinin tavsiye edilen yükseklikten fazla olarak yığılmasından dolayı ürünün yığının yada istifin en altından itibaren bozulmaya başladığını fark ettiklerini üzülerek bildirerek bekletme sırasındaki ortam şartlarını öğrenmek istediklerini söylediler. Bu türlü üzücü durumları yaşamamak için üretim yada üretim sonrası konusunda ciddi bilgilendirmenin ilgili tüm kurum yada kişilere yapılması gerekmektedir. Soya hakkında bu kadar konuştuktan sonra tarımda genel bir değerlendirme yapmak adına yaşadığımız en son üretim yılı olması bakımından 2004 yılı tarımsal değerlerine bakacak olursak; tarımsal ithalatın 2 milyar, ihracatın ise 1.5 milyar dolar civarında gerçekleşmesi sonucunda yaklaşık yarım milyar dolarlık bir dış ticaret açığı ortaya çıkmıştır. Türkiye gibi tarımsal zenginlikler bakımından iyi durumda olan bir ülke için bu sonuç ve bu rakamlar bir yerlerde yanlış yaptığımızın göstergesidir. Tarımsal üretimdeki bu azalmalar belki yanlış uygulamaların vicdani sorumluluğunu azaltmak adına krizden beri yaşanan tarımsal ekiliş alanı olarak azalma (yaklaşık 500 bin hektar) yanında; son yıllarda ki olumsuz iklim koşullarına da bağlanmaktadır. Tabi ki tarımsal üretimin iklim gibi kontrol dışı faktörler bakımından diğer tüm sektörlerden çok daha fazla etki altında olduğu, ürünü ambara almadan önce bir şey söylemenin bilimsel tahminlerle bile mümkün olmadığı bir gerçek. Söylemek istediğimiz tarımda dışa bağımlılıktan kurtulabilmek için bizi aşan ve Yaradan’a sığındığımız durumlar dışında göz göre göre kaybettiklerimizi soyada ve tüm tarımsal ürünlerde en aza indirmektir.
Kaynaklar: www.fao.org Yağlı Tohumlu Bitkiler Üretimi-2004 ( Kolsarıcı Ö., Başalma D., Gür A., Demirkaya M., İşler M.) www.unitedsoybean.org www.tagem.gov.tr (2003 Yılı Milli Çeşit Listesi)
25-03-2005
|